‘Huzur…

Travma mağduru bir çocuğun tek hayalidir. Öfke, daha varoluşunun yeni farkına varıyorken karşılaştığı ilk duygu, korku ise ilk hissettiğidir bu çocuğun. Sorduğu ilk sorular; ‘Öfke Nedir? Niyedir? Çünkü anlamaya çalışır, huzura engel olan öfkeyi ve sırtında sürekli taşıdığı kambur şiddeti.

Cevaplar yetmezken sorularının ardı arkası kesilmez, cevapları da sorgular. Yaşadığı dünyayı tanımak ve anlamak üzere kendisininkine benzeyen hayatları ararken bulur ezilmiş ruhunu. Bulana kadar yürüyecektir sokaklarda durmaksızın. Bulduğundaysa merakla izler uzaktan, hüznün coşkusuyla dolup taşarcasına duygu seline kapılmış insanların mimiklerini. İzledikçe ölçmeyi öğrenir, öfke kaç gram, şiddet kaç kilo, acı kaç ton.

Öğrendikçe ustalaşan bu çocuk büyüdükçe, merakı da büyür. Sürekli okur, izler, hatta peşine takılır acelesi olan insanların. ‘Neden hızlı yürüyor ki bu insan?’ Bilir ki; hızlı yürüyorsa bir mesele, hatta belki bir olay vardır. Olay varsa, temel sebebi nedir? Öğrenmek ister. İster çünkü… Aslında aradığı sadece saf huzura kavuşmanın bir yolu, bir çözümüdür.’

Okuduğunuz bu bölüm; ‘Kıskanç’ isimli üç kitaptan oluşan seri romanın ikincisi olan ‘Yüzleşme’ ek adıyla yazılmış ve henüz basılmamış kitaba aittir.

‘Öfke nedir? Niyedir?’ sorusuna cevap ararken, hayat hikâyelerini okuduğum veya belgesellerini izlediğim insanlar arasında biri dikkatimi çekmişti. II. Dünya savaşı sırasında Hitler’in şifreli haberleşme cihazı olan ve çözülemez denilen Enigma’nın şifrelerini çözen Alan Turing, okulda bir arkadaşından gördüğü şiddet sonrası aynı soruyu sormuş ve ‘şiddet, tatmin edicidir’ cevabına ulaşmıştı. Her zaman olduğu gibi cevap yetmedi. Şiddet, neden tatmin ediciydi? Tatmin ediciydi çünkü insanın içinde; halk arasında bilinen tabiriyle ‘ego’ vardı. Cevap yine yetmedi, ‘Ego’ neden vardı? Sadece insanlarda değil tüm canlılarda vardı ve rekabeti tetikliyordu. Rekabet niyeydi? Çünkü üremek için şarttı. Üremek nedendi? Bu her zaman son soru oluyor ve bütün yollar daima tek cevaba çıkıyordu. Bütün duygu ve davranışlarımızın sebebi olan o tek cevaba. Her şeyin yegâne sebebi olan bilinçaltımızdan bilinç üstüne çıkaramadığımız, sorgulamaya bile ölesiye korktuğumuz için en derin karanlığımıza gömdüğümüz yalnızlık korkusunun ta kendisiydi?

  • Çok para istiyoruz çünkü paramız varsa etrafımızda insanlar birikir ve asla yalnız kalmayız…

  • Şöhret sahibi olmak istiyoruz çünkü ünlüysek etrafımızda insanlar birikir ve asla yalnız kalmayız…

  • Makam sahibi olmak istiyoruz çünkü olursak etrafımızda insanlar pervane olur ve asla yalnız kalmayız…

  • Kıskanıyoruz çünkü başkasıyla giderse yalnızlığa itiliriz…

  • Kazanmak istiyoruz çünkü kaybedenlerin mahkûm edildiği yalnızlığa itiliriz…

  • Çekici görünebilmek için uğraşırız çünkü değilsek yalnızlığa itilmekten korkarız…

  • Kısaca yalnızlık korkumuzdan sebep sonsuz övgüyü talep ediyoruz… Denilebilir mi?

Bu yalnızlık korkusu neden vardı? Evrenimizi var eden büyük patlamadan sonra uygun şartlarda oluşan canlı hücrelerin milyarlarca yıl boyunca sonsuz karanlıkta tek başlarına devinmeleri yüzünden genlerine mi kazınmıştı? Bilmiyoruz. Varoluşumuza cevap arayan din adamları ve bilim insanlarının ‘bilmiyoruz, asla bilmeyeceğiz’ demekten korkuyormuşçasına durmaksızın cevap arayışlarına rağmen bilemiyoruz.

Bu çıkmaz sokağa vardığımda, milattan 399 yıl evvel intihar ederek yaşamına son veren antik Yunan düşünürü Sokrates ve felsefesiyle henüz tanışmamıştım. Kaybedilen bir savaş sonrası, günah keçisi arayan mağlup komutanlarca ‘tanrıları kızdırdı’ denilerek suçlanmış ve mahkemede; ‘suçsuz olduğumu ispatlayamıyorum, varın siz benim suçlu olduğumu ispatlayın’ diyerek bilinmezliğe vurgu yapmıştı.

Sokrates ‘bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir’ derken, aynı cevaba ulaşmanın hissettirdiği mutlulukla beraber, asla cevap bulamayacağımı bilmenin mutsuzluğundan sebep, birbirine geçmiş duygularımı istesem de tarif etmeye kelimeler yetebilir mi?

Bugün vardığımız noktada soruların tükendiğine, cevapların yetersiz kaldığına, sorgulayan diğer tüm insanlarla beraber şahitlik ederken, vahşi kapitalist doğamızın rekabetini sorgulamak yerine özendiren acınası halini hüzünle izlemek zorunda mıyız?

Hayat nedir? Zaman nedir? Bütün cevaplar bir ihtimal, çok basit olamaz mı? Zamanla sınırlı hayatlarımızın, hangi güç tarafından, hangi sebeple hediye edilmiş olduğunu bilmiyor olabiliriz. Bizi yaratan, bilmemizi asla istemiyor olabilir mi? Tanrının varlığını sorgulayan bilim insanlarının söylediği şekliyle ‘insanın, canlıların ve hatta evrenin kusurları vardır, kesinlikle kusursuz değildir’ cümlesine karşılık ‘kusurları kusursuzluğundan’ denilemez mi? Kusurlarının sebebi; bu evreni var edenin, varlığını bilmemizi istemek yerine kendisini yok saymamızı istemesi olabilir mi?

Maalesef ki cevapları bilmiyoruz, belki hiç bilemeyeceğiz. Diğer taraftan, mademki bilemeyeceğiz, neden rekabet içgüdümüzü sorgulamıyoruz? Şart mı rekabet? Yoksa toplam zekâmız, vahşi doğamızı sorgulamaya yetmiyor mu? Sokrates, ‘sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez’ derken haklı olabilir mi? İsyan edercesine, bu vahşi doğamızın tüm çıplaklığını sergilerken, hediye edilen hayata dair her canlıyı sahiplenerek, hiç kimsenin kaybetmediği hikâyelerin anlatıldığı romanlar hatta tarih sayfaları yazılamaz mı? Bu hikâyelerde; doğan her çocuğun yaşadığı dünyayı tanıma ve anlama hakkına sahip olmasını hayal ederken; parayı, rekabeti, patent yasalarını ve bunların sağladığı imkânlarla büyüyen kontrol hastası tiranları, kısaca vahşi sistemin tüm unsurlarını sorgulamayı istemek fazla mı romantik olur?

Her birimize hediye edilen ve en değerli varlığımız olan zamanı, nefes aldığımız sürece yaşadığımız bu dünyada, nefes alan her canlıyı sahiplenerek, kendisini ifade edebilme özgürlüğünü tanımaktan öte imkân sağlayarak, özgürce yaşamak üzere yazılmasın mı hikâyeler? Yoksa yeterince acı yaşanmadı, yeterince kurban verilmedi mi henüz?

Sorgulanmaya muhtaç tüm acılarına rağmen,

Yaşanası ve yaşatılası hayata saygıyla...

Bülent VAROL

bilgi@kiskanc.org



KISKANÇ HUD I. KİTAP

ROMAN

TEK KOLLU İYİ KORSAN

MASAL

ÜÇ KANATLI EJDERHA

MASAL